18 Haziran 2013 Salı

How We Think; Common Ground for Thinking and Logic

People can understand and communicate with each other even if they are separated by both time and space.  When we read, for example, the lecture notes taken by a disciple of Epictetus, a Stoic philosopher who lived in ancient Rome, we can appreciate the 1900 year old sayings of the Master as if they were spoken yesterday.  When two people raised in completely different cultures and countries come together and find a common medium, they can immediately begin to communicate, and may understand each other’s feelings and thoughts.  We even imagine that we can communicate with extra-terrestrials if one day they come from other worlds to ours.

In fact, the feelings and thoughts of each individual are extremely specific and personal.  Everything we know about the external world is first received by our senses, transferred to our phenomenal mind and there our “external world model” is shaped. Then, how it can be possible that two completely unique minds can share a common medium, can communicate with each other and can understand others?  What are the principles and foundations that constitute a common base for this interaction?  If these principles are common for all rational beings, is this common base “a priori,” that is, something you already have at birth, or is it something gained with life experiences, through senses and observations?       

The human mind first creates concepts, then constructs propositions and then makes logical deductions.  A “concept” in logical terminology means “anything thought.”  This “thing” here can be an “object,” a “situation,” a “sense,” or even a “relation.”  It can be abstract or concrete, real or virtual.  Objects are the basic logical units. The human mind uses concepts and propositions constructed with these concepts in conformance with basic thinking principles and makes logical deductions, which facilitates communication with other minds through interaction.    

The basic principles of logic are valid for all humans no matter when or where and regardless from which society or culture they are.  The basic principles of logic do not need to be known to actualize their existence and functions; we think and reason according to these principles without consciously realizing that we follow them.  When these principles are not observed, contradictions in the flow of ideas happens, correct reasoning becomes impossible and the possibility of communication is lost.         

The majority of logicians accept that the three basic principles of thought are: 1. Identity, 2. Non-contradiction, and 3. The Excluded Middle.  Here the basic principle which provides consistency, continuity and the possibility of interacting with other minds is the Principle of Identity.  The Principle of Non-contradiction and The Principle of the Excluded Middle can be derived from the Identity Principle.  The great German mathematician and philosopher Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) added a new one to these three principles as “a grand principle of being and knowing”:  The Principle of Sufficient Reason.  Leibniz asserted that two principles are sufficient for the mind and logic:  The Non-contradiction (or identity) Principle as a combination of the first three principles and The Principle of Sufficient Reason.

Even if different views are presented when the validity of these principles are questioned, they are imperative and inalterable when mind and logic are considered.  In one of his essays, Leibniz writes; “The principles of mind are necessary for thought, as muscles and tendons are for walking.  Without them thinking is not possible, as the mind relies on these principles constantly.”  In this regard, these principles are related to the essence of humans:  Man can exist only with them.  This human characteristic differentiates him from other living creatures.

26 Nisan 2013 Cuma

Aklın ve Varlığın Temel İlkeleri

İnsanlar hem zaman içinde, hem de mekanda çok uzaklarda da olsalar birbirlerini anlayabilir ve iletişim kurabilirler.  Eski Yunanistan’da yaşamış Stoacı filozof Epiktetos’un bir öğrencisinin tuttuğu ders notları günümüze kalmıştır.  Bu notları okuduğumuzda hocanın 1900 yıl önce söylediği sözler bize sanki daha dün söylenmiş gibi anlamlı gelir.  Çok farklı ülkelerde ve kültürlerde yetişmiş insanlar bir araya geldiklerinde ortak bir dilleri varsa hemen iletişime geçebilir, birbirlerinin düşüncelerini anlayabilirler.  Hatta bir gün dünyamıza başka dünyalardan akıllı varlıklar gelirse onları da anlayabileceğimizi, onlarla iletişim kurabileceğimizi hayal ederiz.  

Oysa her insanın duyguları, düşünceleri çok özel ve kendine ait.  Dış dünya ile ilgili tüm bildiklerimiz, duyularımız yolu ile zihnimize aktarılır ve orada fenomenal bilincimizde oluşturduğumuz “dış dünya” modelimizi biçimlendirir.  Peki nasıl oluyor da tamamen zihni taşıyan bireylere özel olan iki akıl aynı iletişim ortamını paylaşabiliyor, birbirleri ile haberleşebiliyor, anlaşabiliyor?  Bu ortak zemini oluşturan ilkeler ve temeller nelerdir?  Bu ilkeler akıllı tüm varlıklarda ortak ise ortaklık onların varoluşundan ve doğuşundan gelen bir özellik midir, yoksa birlikte yaşama deneyimi, duyumları ve gözlemleri ile oluşan bir ortaklık mı?

İnsan aklı önce kavramları oluşturur, sonra bu kavramlarla önermeler kurar ve çıkarımlar yapar.  Mantıkta “kavram”, “düşünülmüş olan her hangi bir şey” anlamındadır.  Buradaki “şey” bir nesne olabileceği gibi bir durum ya da bir ilişki olabilir, soyut veya somut, gerçek veya sanal olabilir.  Kavramlar mantık işleyişinin temel birimleridir.  Düşünme ve mantık, kavramları ve bu kavramlarla oluşturulan önermeleri temel düşünme ilkelerine uygun olarak kullanır, çıkarımlar yapar, başka zihinlerle de alışveriş yaparak iletişim kurar.

Mantığın temel ilkeleri tüm insanlarda, topluma ve kültüre bağlı olmadan her zaman her yerde geçerlidir.  Mantık ilkeleri, oldukları şeyi olmak için bilinmeye ihtiyaç göstermezler; insanlar bilinçli olarak açıkça farkında olmasalar bile bu ilkelere göre akıl yürütürler.  Bu ilkelere uyulmadığı zaman düşünce akışında çelişkiler doğar, akıl yürütmede doğru sonuçlara varmak imkansızlaşır, iletişimin olanağı ortadan kalkar. 

Mantıkçıların çoğu üç temel akıl ilkesini kabul ederler; 1. Özdeşlik, 2. Çelişmezlik, 3. Üçüncü Halin Olanaksızlığı.  Burada öncelikle insan aklı ve zihninin tutarlılığını, sürekliliğini ve başka zihinlerle iletişimin olanağını sağlayan temel ilke Özdeşlik İlkesi’dir.  Çelişmezlik ilkesi ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleri, özdeşlik ilkesinden türetilebilir.  Büyük Alman matematikçi ve filozofu Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) bu üç ilkeye, varlık alanında da geçerli olmak üzere “oluşun ve bilmenin büyük bir ilkesi” olarak bir yenisini eklemiştir: Yeter Sebep İlkesi.  Leibniz akıl ve mantık için sadece iki ilkenin yeterli olduğunu savunmuştur; ilk üç ilkenin birleşimi olarak Çelişmezlik (veya Özdeşlik) İlkesi ve Yeter Sebep İlkesi.

Bu ilkeler varlıkta arandığı zaman farklı görüşler ileri sürülebilse de, akıl ve mantık söz konusu olduğunda uyulması zorunlu ve değişmezdirler.  Leibniz bu konuya değinirken şöyle diyor: “Adaleler ve tandonlar yürümek için nasıl zorunlu iseler, akıl ilkeleri de akıl için öyle zorunludurlar.  Onlarsız asla düşünülemez, zihin her an bu ilkelere dayanır.”  Bu bakımdan bunlar insanın özü ile ilgilidir.  İnsan ancak onlarla vardır.  İnsanı diğer canlılardan ayıran da bu özelliğidir. 

1. Özdeşlik İlkesi (Ayniyet Prensibi)

Özdeşlik ilkesi, düşünmenin temelini oluşturur; insan aklı ve zihninin tutarlılığını, sürekliliğini ve başka zihinler ile iletişiminin olanağını sağlar. Bu ilke, bir şeyin kendi varlığını belirtmesi ve zorunlu olarak “kendisi ile bir ve aynı” olmasını ifade eder. “Bir şey ne ise odur.”  Bir şey aynı anda ve aynı yerde hem kendisi, hem de bir başkası olamaz.  Olursa düşüncede çelişki ortaya çıkar, oysa sağlıklı düşünmede çelişkiye yer yoktur.  

Özdeşlik ilkesi klasik mantıkta “A, A’dır.”  şeklinde ifade edilir. Örneğin, “Masa, masadır”, “Ahmet, Ahmet’tir”, “Çocuk, çocuktur.” Sembolik mantıkta ise bu ilke “A à A” olarak gösterilir.  Metafizik anlamda, “Her nesne kendisidir” şeklinde ifade edilir.  Zihin bu ilkeye hem kendi akıl yürütmelerinde, hem de başka zihinler ile etkileşimlerinde kendiliğinden uyar.

Özdeşlik ilkesinin doğru işleyen her akıl ve mantık için geçerli olduğu konusunda düşünürler arasında bir görüş ayrılığı yoktur.  Aynı ilke acaba varlık alanı için de geçerli midir?  Yani her varlık kendisi ile özdeş olmak zorunda mıdır? Bu konuda düşünürler arasında bir görüş birliği yoktur.  Varlıkta özdeşlik ilkesinin ilk kurucusu Elealı Parmenides (d. yak. M.Ö. 515/540) Varlık vardır, var olmamak yoktur” diyerek özdeşlik ilkesinin varlık alanında geçerli olduğunu kabul eder.  Aynı şekilde Leibniz de özdeşlik ilkesini “Her şey ne ise odur” diye ifade ederek varlık alanına taşımıştır.  Leibniz’i izleyen ve onun bir öğrencisi olan Christian Wolff da (1679-1754) özdeşlik ilkesini şu şekilde ifade etmektedir: Her var olan şey, ne ise yine kendinin aynıdır; Her A, A’dır.  Buna karşılık Efesli Herakleitos (yak. M.Ö. 535-475) “Aynı ırmaklara gireriz ve girmeyiz, biziz ve biz değiliz”  diyerek özdeşlik ilkesinin varlık alanında geçerli olmadığını, çünkü var olanların sürekli bir oluş ve değişim içinde bulunduğunu söyler.  Alman idealist filozof Hegel de (1770-1831) “bugünkü bedenim dünkü bedenim değildir” diyerek varlık alanı için özdeşliğin geçerli olmayacağını ifade etmiştir.         

Özdeşlik ilkesi aklın en temel ilkesidir ve diğer mantık ilkeleri bu temelden türetilebilir.  Mantıkçıların çoğu, bu ilkenin insan zihninde zamana, yere ve kişiye bağlı olmadan kendiliğinden var olduğunu, sonraki herhangi bir deneyim veya öğrenme ile ilgisi olmadığını söylerler. Bazı düşünürler ise bunun tersine, özdeşlik kavramının duyular yolu ile ve deneyimlerle kazanıldığını, öğrenilmiş bir kavram olduğunu iddia ederler, kanıt olarak da çocukların ve bazı ruh hastalarının bu ilkeye sahip olmadıklarını gösterirler.   

Özdeşlik kavramı, eşitlik veya benzerlik kavramları ile aynı şey değildir.  İki farklı şey birbirlerine benzer veya eşit olabilir ancak bu onların özdeş olduğu anlamına gelmez.  Eş yumurta ikizi iki kardeş son derece benzer olmalarına karşılık iki farklı varlıktır ve özdeş değillerdir, birisi Ahmet’tir, diğeri Mehmet.  İki varlık arasındaki benzerliğin artması, son aşamada onları eşitleyebilir ancak onlar yine de özdeş sayılmazlar.  A’nın B’ye eşit olması (A=B) onları özdeş yapmaz, çünkü eşit olmalarına rağmen hala birisi A, diğeri B’dir.  Örneğin A=4, B=2+2 ise A=B eşitliği doğru olarak 4=2+2 şeklinde yazılabilir ancak eşitliğin iki tarafındaki terimler özdeş değildir.  Özdeşlik, bir şeyin kendisi ile özdeşliğidir, yani kendisi ile aynılığı ve bir olmasıdır. 

Özdeşlik ilkesi ile yapılmış önermeler her zaman doğrudur ve analitik önermelerdir, yani öznesi yüklemini kapsar.  Örneğin “Bekar, evli olmayan kişidir.”  önermesi özdeşlik ilkesine uyar, her zaman doğrudur, öznesi olan “bekar”ın anlamı, tanım olarak yüklemi olan “evli olmayan kişi” anlamını kapsar ve aynı anlama gelir.  Analitik önermelerde yüklem, öznede zaten var olan anlama yeni bir şey eklemez, sadece onu tekrarlar,  başka bir deyişle özne ve yüklemin kaplamı ve içlemi aynı şeye karşılık gelir.  Özdeşlik ilkesine göre kurulmuş bir önerme, totolojik ve analitik olmakla bize öznesinin anlamında zaten var olanın dışında yeni bir bilgi vermez, yeni bir anlam veya varlık alanı doğurmaz, sadece öznedeki anlamı genişletir.

Özdeşlik ilkesi, öne sürülen önermeler her ne kadar bize yeni bir bilgi vermekten uzak da olsa yine de doğru düşünme ve akıl yürütmeler için temel ilkedir.  Akıl yürütürken tutarlı kalabilmemiz için önermelerimizdeki terimlerin anlamlarının ve içeriklerinin en azından akıl yürütmenin başından sonuna kadar aynı kalması gereklidir.  Akıl yürütmenin anlamlı ve tutarlı olması ancak böyle sağlanabilir.  Özdeşliğin bu şekilde saptanması, henüz bir düşüncenin hakikatini garanti etmez; fakat bu, bir düşüncenin hakikat olması için zorunlu bir koşuldur.  Başka bir deyişle, özdeşlik ilkesi bilgi için gerekli, fakat yeterli olmayan bir ölçüttür.

Bu ilke olmasaydı nesnelere ad veremezdik, çünkü “masa” aynı zamanda “sandalye” de olsaydı önermemizdeki “masa”nın tanımı ve işlevi konusunda tutarlı bir düşüncemiz olamayacaktı.  Önümüzde duran masa/sandalye’ye tabağımızı mı koymamız uygundur yoksa oturmamız mı bilemeyecektik.  Özdeşlik ilkesi geçerli olmasaydı oluş halindeki öznelerin zaman içinde her andaki farklı nitelikleri için farklı adlandırmalar yapmak zorunda kalırdık.  Halbuki insan zihni özdeşlik ilkesine uygun olarak “Ahmet”i zaman içindeki nitelik ve nicelik olarak gösterdiği değişime rağmen aynı varlık olarak, “Ahmet” olarak kabul etmeye devam eder.  Aynı şekilde Menderes Irmağı akış içinde her an bir oluş ve değişim halindedir, fakat kıyısında ırmağın akışını gözleyen Ahmet için o hep aynı “Menderes Irmağı” dır.  Her iki halde de değişmeyen şey, “Ahmet”in ve “Menderes Irmağı”nın zihnimizdeki kavramlarıdır. 

Zihnimiz zaman ve mekanda değişim içinde var olanı anlamak, bu anlayışın sürekliliğini sağlamak için onu bir kavram olarak oluşturur ve muhafaza eder.  İşte sürekli değişim ve devinim içindeki fiziksel varlıklar olmasa da varlıkların zaman ve mekanın dışında oluşturulan bu kavramları özdeşlik ilkesine uyar.  Eğer zihnimizde özdeşlik ilkesi olmasaydı veya zihnimiz bu ilkeye tutarlı bir şekilde uymasaydı hiçbir oluşu kavrayamazdık.  Aynı şekilde özdeşlik ilkesine uymayan bir zihin için diğer temel ilkeler olan çelişmezlik ilkesi ve üçüncü halin olmazlığı ilkesi de anlamsız kalırdı.

Özdeşlik ilkesi, kendi başına bir zihnin sürekli ve tutarlı anlama olanağını sağladığı gibi birden fazla zihnin birbirlerini anlaması ve iletişimi sağlaması için de gereklidir.  Başka bir deyişle, zihinler arasında karşılıklı anlayış ve iletişimin temelinde özdeşlik ilkesi bulunur.  Sağlıklı iletişim ancak kullanılan terimlerin taraflar için bir ve aynı anlamda olmasıyla olanaklıdır.  İletişim ve tartışmanın anlamlı ve verimli olabilmesi için iletişen zihinlerde terimlerin anlam birliğinin var olması gerekir.  

Sonuç olarak özdeşlik ilkesi insanlar arasındaki iletişimin olmasını mümkün kılarak birlikteliğin ve toplumsal yaşamın olanağını sağlar.

2. Çelişmezlik İlkesi (Tenakuzsuzluk Prensibi)

Özdeşlik ilkesi önermeyi sadece kendisi ile tanımlarken çelişmezlik ilkesi onu “başkası, kendisi-olmayan” ile birlikte ele alır ve tanımlar.  Bir şey hem kendisi hem de başka bir şey olamaz.  Bu ilkede ortaya konulan düşünce, bir önermenin yalnızca bir tek doğruluk değeri taşıyabileceği, hem doğru hem de doğru-değil olamayacağıdır.  Klasik mantıkta ifadesi “A, A-olmayan değildir” şeklinde ifade edilir.  Sembolik mantıkta ise bu ilke “~(A ^ ~A)” olarak gösterilir. 

Çelişmezlik ilkesi, aslında özdeşlik ilkesi olmadan düşünülemez, tasarlanamaz.  Bir şeye “A” dedik mi, “A”dan başka olan her şey, “A”ya eşit veya benzer olanlar da içinde olmak üzere, “A”ya özdeş olmayan her şey demektir.  Çelişmezlik ilkesi özdeşlik ilkesinin bir onaylanışı olarak da görülebilir.  Bu ilkeyle aslında, “A”nın “A” ile, “A-olmayan”ın da “A-olmayan” ile özdeşliği düşünülmektedir.    

Çelişmezlik İlkesi, özdeşlik ilkesine göre düşünme evrenimizi genişletmektedir.  Bu ilke ile akıl artık “A” ile sınırlı kalmaktan kurtulmakta, evrene A-olmayan her şey, ~A’lar da eklenmektedir. ~A, A olamayanların tümünü kapsadığı için düşüncemiz de tüm evreni kapsar hale gelmektedir.  Çelişmezlik ilkesi bize, “özdeşlik” ile birlikte “kendi-olmama”, “başka-olma” olanağını da düşündürtmekte, böylece düşünme evrenini verimli bir genişliğe taşımaktadır.  Bu ilke ile düşünce evreni A olan ve A-olmayan olarak kapsayıcı bir şekilde ikiye ayrılmaktadır.

İnsan zihninin çelişmezlik ilkesine karşı duyarlığı, diğer ilkelere olan duyarlığından daha fazladır.  Başka deyişle, insan bu ilkeye uyma zorunluluğunda olduğunun bilincine daha açıkça sahiptir.  Bu ilkeyi de kapsayan mantık yapısı, ilkel toplumlar dahil bilinen tüm insan toplumlarında aynıdır.  Çelişmezlik ilkesinin, insan evriminin belli bir zamanında ortaya çıkmış, yani sonradan kazanılmış bir özellik değil, insanla birlikte var olan ve her toplumda geçerli evrensel bir ilke olduğu anlaşılmaktadır.    

Bu ilke ile ifade edilen “çelişme” kavramı “karşıt olma” ile aynı şey değildir.  İkisi arasında mantık açısından ve olgu açısından fark vardır, başka bir ifade ile çelişki ile karşıtlık aynı şey değildir. 

Çelişmezlik ilkesi A ile A-olmayanın aynı anda birlikte doğru olamayacağını ifade eder.  Karşıtlık ifade eden iki önerme ise aynı anda doğru olabilir.  Örneğin “Bütün insanlar ölümlüdür” ifadesi doğru ise çelişiği olan “Bazı insanlar ölümlü değildir” ifadesi kesinlikle ve daima yanlıştır.  Buna karşılık “Bazı insanlar filozoftur” doğru önermesinin karşıtı olan “Bazı insanlar filozof değildir” önermesi de doğrudur. 

Çelişmezlik ilkesi ile kurulan bir önerme ve çelişiği arasında hiçbir zaman ara değer bulunmazken karşıt önermeler arasında ara değerler var olabilir.  Örneğin “Bu su sıcaktır” önermesi ile çelişiği “Bu su sıcak-olmayandır” önermelerinden biri doğru ise diğeri zorunlu olarak yanlıştır, başka türlüsü düşünülemez, düşünülürse mantıksal çelişki doğar.  Buna karşılık karşıt önermeler arasında ara değerler bulunabilir.  Örneğin “Bu su sıcaktır” önermesi ile karşıtı “Bu su soğuktur” önermesi arasında “Bu su ılıktır” gibi bir önermenin bulunması düşünmede bir çelişki yaratmaz.

Çelişmezlik ilkesi ile kurulmuş önermeler de özdeşlik önermeleri gibi zorunlu olarak doğrudur, aksi halde çelişki doğardı.  Bir şey “hem kendisi, hem kendisi-olmayan” olamaz, olursa düşünce çelişkiye düşer.  Bir önermenin kendisi doğruysa kendisi-olmayan yanlıştır, ya da kendisi yanlış, kendisi-olmayan doğrudur, biri doğru ise diğeri yanlıştır.  Çelişki içeren önermeler aynı anda birlikte ne doğru, ne de yanlış olurlar.  Başka bir ifade ile bir yargı bildiren cümlede özneye aynı yüklem aynı anlamda ve aynı zamanda hem olumlu hem de olumsuz olarak yüklenemez, yüklenirse çelişki olur.   

3. Üçüncü Halin Olmazlığı İlkesi (Üçüncü Şıkkın İmkansızlığı Prensibi)

Üçüncü Halin Olmazlığı İlkesi, düşünme ve konuşma evrenimizi ikiye böler ve bu iki bölgenin tüm evreni kapladığını ifade eder: “A bölümü” ve “A-olmayan bölümü”.  Bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır; bunların dışında üçüncü bir değer alamaz.  Başka bir deyişle, A ile A-olmayan arasında üçüncü bir olanak yoktur, doğru ve yanlış dışında üçüncü bir doğruluk değeri olmaz.  Sembolik mantıkta bu ilke “A v ~A” olarak gösterilir.  Üçüncü halin olmazlığı ilkesi şöyle de ifade edilebilir: “Her X, ya A ya da A-olmayan olmak zorundadır; üçüncü bir hal düşünülemez.”

Bu ilke, bir önerme için doğru ve yanlış değerlerin dışında bir değer olamayacağını kesin bir biçimde ifade eder.  Böylece bir önermenin doğruluğunu ispatlamak yerine “yanlışlığının yanlışlığını” ispatlayarak onun doğruluğunu kanıtlamak olanağı doğar.  Bu tür kanıtlamaya “saçmaya indirgeme” veya “olmayana ergi” yöntemi denir.  Bu yöntemde ispatlanmak istenilen önermenin çelişiği doğru kabul edilir ve bu kabulün yaratacağı mantıksal çelişki gösterilir, böylece üçüncü halin olmazlığı ilkesi kullanılarak önermenin doğruluğu ispatlanmış olur.

Saçmaya indirgeyerek yapılan kanıtlamaların sembolik mantıktaki karşılığı, “değillemenin değillemesi”dir.  Mantıkta bu işleme çifte değilleme de denir.  Çifte değilleme olumsuzlamanın olumsuzlanması, yani yanlışın yanlışlanmasıdır.  Bu ilke, sembolik mantıkta şöyle ifade edilir: “~~A = A”, başka bir deyişle “çifte değilleme evetlemedir”.  Bu ilkeye göre eğer “X” düşünme evreninin “~A” bölgesinde değilse “A” bölgesinde olmak zorundadır, çünkü evrende bulunabileceği başka bir yer yoktur.  

Üçüncü halin olmazlığı ilkesine özellikle yirminci yüzyılda çok güçlü itirazlar da gelmiştir.  Bu itirazlara göre, A ve A-olmayan tüm düşünce evrenini kapsıyorsa bizim bu iki bölgenin dışında yer alacak bir “X” düşünmemiz olanaksızdır.  Ayrıca “A” ve “A-olmayan” bir arada düşünme evrenimizin sınırlarını çizmektedir, oysa düşünmemize sınır çizmek aynı zamanda onu kısıtlamak ve zorlamak anlamına gelir.  Diğer taraftan düşünme evrenimizin sınırları olmadığı kabul edildiğinde, sınırları olmayan bu evrenin dışında bir “X” düşünmek yine mümkün değildir.  Bu itirazlara göre üçüncü halin olmazlığı ilkesini temel mantık ilkesi olarak kabul etmek zorunlu ve gerekli değildir.     

4. Yeter-Sebep İlkesi (Sebeb-i Kafi Prensibi)

Özdeşlik, Çelişmezlik ve Üçüncü Halin Olmazlığı ilkeleri, biçimsel düşünme için yeterlidir.  Biçimsel bilimler olan mantık ve matematikte zihin sadece bu ilkelere dayanarak geçerli akıl yürütmelerde bulunabilir.  Buna karşılık düşünce evreni, olgular evreni ve varlık evrenine genişletildiğinde bu ilkeler gerçeklik üzerindeki her şeyi söyleyebilmek için yeterli değildir.  Varlık evreninde bir şey söylemeye çalıştığımızda, var olmak için gerekli ve yeterli koşulu dile getiren “Yeter-sebep İlkesi”ne ihtiyaç duyarız.  “Her şeyin, neden var olduğunu ve neden olduğu gibi var olduğunu gerektiren bir sebebi vardır.”

Yeter-sebep İlkesi, batı düşüncesinde daha önceleri de ifade edilmiş olmasına karşılık ilk olarak Leibniz tarafından güçlü bir biçimde varlığın, oluşun ve bilmenin “büyük bir ilkesi” olarak ileri sürülmüştür.  Leibniz tek başına çelişmezlik ilkesini gerçekliğin en yüksek ölçütü olarak yetersiz görmüş ve yeter-sebep ilkesini çelişmezlik ilkesi ile birlikte aklın ve varlığın temel ilkesi olarak kabul etmiştir.  Lebiniz, Monadoloji’nin 31. Ve 32. paragraflarında şöyle diyor:

“Akıl yürütmelerimiz iki büyük ilkeye dayanırlar: Birincisi çelişmezlik ilkesidir. Bu ilke gereğince çelişmeyi ihtiva eden şeye yanlış ve yanlışa zıt veya yanlışla çelişik olana da doğru hükmünü veririz.”   

“İkincisi yeter sebep ilkesidir.  Bu ilke gereğince yeter sebep olmadıkça hiçbir vakıanın doğru veya mevcut, ifade edilen hiçbir hükmün hakiki olmayacağını, vakıanın niçin böyle olup ta başka türlü olmadığını dikkate alırız.  Halbuki bu sebepler çok defa bizce belli değildir.”

1950-1952 yıllarında İstanbul Üniversitesinde de dersler vermiş Alman felsefe tarihçisi Heinz Heimsoeth (1886-1975), Leibniz’in yeter sebep ilkesini aklın ilkesi saymasını şöyle yorumluyor: “Hakikat iddiasında bulunan her hükmün bu hakikat iddiası temellendirilmiş olmalıdır.  Böyle bir hüküm sebepsiz hiçbir iddia ortaya atmamalıdır.”   Başka bir deyişle “Biz yargılarımızı, savlarımızı ancak yeterli bir nedenin açık olarak var olduğu yerde ortaya atmalıyız.”

Çelişmezlik ilkesi, iki çelişik hüküm arasında birisinin doğru diğerinin yanlış olduğunu söyler ama hangisi doğrudur onu belirtmez.  Yalnız iki önerme arasındaki ilişki ile ilgilidir, bu bakımdan biçimseldir.  Yeter-sebep ilkesinde ise sebep ararken amaç hangisinin doğru olduğunu tespit etmektir.  Yani aynı zamanda hükümlerin içerikleri ile ilgilidir.  Alman filozof Schopenhauer (1788-1860) Leibniz’den yüz yıl sonra, bu ilke ile ilgili sorunları doktora tezinde “Yeter-sebep İlkesinin Dört Kaynağı Hakkında” adıyla detaylı olarak ele almıştır.  

Faydalanılan Kaynaklar

1- Çüçen, A. Kadir, Klasik Mantık, Asa Kitabevi, Bursa 2004
2- Öner, Necati, “Mantığın Ana İlkeleri ve Bu İlkelerin Varlıkla Olan İlişkileri”, Felsefe Yolunda Düşünceler, Akçağ Yayınları, Ankara 1999
3- Özlem, Doğan, Mantık, Notos Kitabevi, İstanbul 2012
4- Öner, Necati, Bilginin Serüveni, Vadi Yayınları, İstanbul 2008
5- Heimsoeth, Heinz, Felsefenin Temel Disiplinleri, Çev. Takiyettin Mengüşoğlu, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2007
6- Grünberg, Teo, Mantık Terimleri Sözlüğü, ODTÜ Geliştirme Vak. Yay., Ankara 2003       

7 Kasım 2010 Pazar

Assos ve Filozofları

Tarih Boyunca Assos
Assos(Behramkale), günümüzde Çanakkale’nin Ayvacık ilçesinde, antik Truva(Troad) yarımadasının güneyinde deniz kıyısında bir yerleşim yeri. Truva yarımadasında İlk Tunç Çağı başlarından itibaren (M.Ö. 3000), Assos’da ise M.Ö. 2000’li yıllardan itibaren yerleşim olduğunu biliyoruz. Antik Çağın coğrafyacısı Amasyalı Strabon, Assos’a M.Ö. 7. yüzyılda Midilli(Lesbos) adasının Midilli(Methymna) şehrinden toplu göçler olduğundan söz ediyor. Assos bu tarihlerden itibaren yaklaşık 2700 yıldır önemli bir yerleşim yeri olarak varlığını sürdürmektedir.

Homeros İliada’da, Truva yarımadasının güneyinde yaşayanların Lelegler olduğundan, Truva savaşları sırasında(M.Ö. 1200’lü yıllar) bölge sakinlerinin denizcilik yaptıklarından ve savaşçı bir halk olduklarından söz eder. Strabon da aynı bilgiyi doğrular ve Baba Burnu’ndan(Lecton) Kaz Dağına(İda) kadar uzanan bölgede Leleglerin yaşadığını belirtir. İliada’da, Agamemnon tarafından öldürülen Elastos’un Tuzla Çayı(Satnioeis) kıyısındaki sarp tepenin üzerindeki Pedasos’da yaşadığı, kızı Laothoe’yi büyük bir çeyizle Truva kralı Priamos’a eş olarak veren Leleg kralı Altes’in de yine Tuzla Çayı kıyısındaki yüksek Pedasos’da oturduğu anlatılır. İki tanım da yer olarak bugünkü Assos’u işaret etmektedir. Ayrıca İliada’da Truva yarımadasındaki hemen tüm yerleşim yerlerinin adı geçerken Assos adından hiç söz edilmez. Tüm bunlar bize Assos’un, İlk Çağlarda Pedasos olarak anılan yer olduğunu ve zaman içinde Pedasos adının Assos’a dönüştüğünü düşündürmektedir.

M.Ö. 560 tarihinde Lydiyalılar’ın eline geçtiğinde Assos artık Edremit Körfezinin kuzeyindeki en güçlü ve önemli kenttir. Kentin zenginliğinin Atarneus ile Bergama arasında bulunan zengin gümüş ve demir madenlerinden geldiği söylenir. Yöredeki Lydia egemenliğine M.Ö. 546 yılında tüm batı Anadolu’yu da hakimiyet altına alan Persler son vermiştir. Bölgeyi atadıkları “Satrap”larla yöneten eden Perslerin egemenliğine ise, daha sonra tüm bölge ile birlikte Assos’u da yönetimine katan Makedonya Kralı Büyük İskender(Alexandros) son vermiştir. Pers egemenliği döneminde M.Ö. 478’de Assos yıllık 1 Talent(26 kg Gümüş) aidatla İonia-Aiolia bölgesi kentleri olan Foça(Phokaia), Samos, Sığacık(Teos), Çandarlı(Pitane), Milet(Miletos) ve Midilli(Lesbos) tarafından oluşturulan kıyı kentleri birliğinin kurucu üyesi olmuştur.

M.Ö. 387 yılında Pers kralı III. Artaxerxes egemenliği döneminde Marmaralı(Bithynia) bir banker olan Eubolos kendini Atarneus(Dikili) ve Assos kentlerinin hakimi olarak ilan etti. Eubolos'un ölümünden sonra eski kölesi Hermeias yönetime geçti. Bazı kaynaklar Hermeias'ın Eubolos'u öldürerek yönetimi ele geçirdiğini yazar. Hermeias’ın M.Ö. 341 yılında tuzağa düşürülerek öldürülmesinden kısa bir süre sonra Kocabaş(Granikos) Çayı kenarında M.Ö. 334 yılı yazında yapılan savaşta Persleri ağır bir yenilgiye uğratan Büyük İskender tüm bölgeyi egemenliği altına aldı. Büyük İskenderin ölümünden sonra imparatorluğun dağılma döneminde bölge 60 yıl kadar Galyalıların egemenliğinde kaldı. M.Ö. 241 yılında Assoslular, Bergama kralları II. Eumenes ve Attalos ile güç birliği yaparak haraç ödemeyi reddettiler ve Galyalılar’ı bölgeden çıkardılar. Daha sonra Bergama egemenlik alanına giren Assos, M.Ö. 133’te III. Attalos vasiyetiyle Bergama ile birlikte Roma İmparatorluğu’na katıldı.

Roma çağında eyaletler arasında gruplar oluşturulduğunda Assos, Edremit(Adramyttion), Mysia ve Truva bölgeleri ile birlikte aynı grupta yer aldı. Bizans çağında ise gruplar yeniden belirlendiğinde Assos, Edremit, Altınoluk(Antandros), Küçükkuyu(Gargara) kentleri ile birlikte Asya Eyaletine bağlanmıştır. Kentin bugünkü adı olan Behram, bu dönemde Assos’a görevli olarak tayin edilen Bizanslı subay Makhrames’in adının değişmiş şekli olabilir.

Bizans egemenliği döneminde, daha Selçuklular zamanında bölgeye göçebe Oğuz boyları yerleşmişti. Osmanlılar, Osman bey ve Orhan bey zamanından itibaren bölgeyi baskı altına tutmuşlar. Sultan I. Murat zamanında, 1330 yılından itibaren bölge kesin olarak Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Bugünkü Behramkale
Denize 238 metre yükseklikten bakan tepede bulunan ve kalıntıları bugün de görülebilen Athena Tapınağı, M.Ö. 540-525 yıllarında, Assos Pers İmparatorluğu’nun yönetimi altında olduğu dönemde yapılmış. Bugünkü Behramkale köyü ile iç içe geçen kalıntılar, eski çağlardan itibaren alınan taşların ve sütunların köy evlerinde ve çevredeki başka yapıların inşaatlarında kullanılmasıyla büyük oranda yok olmuş. Athena tapınağında ve antik şehirde 1881-3 yıllarında J. Thacher Clarke yönetiminde Amerikan Arkeoloji Heyeti tarafından yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler ABD ve Osmanlı devletleri arasında paylaşılmış. Amerika’ya götürülen eserler bugün Boston müzesinde, daha önce Fransızlar tarafından ortaya çıkarılan bazı eserler ise Louvre müzesindedir. Türklere bırakılan antik parçalar İstanbul ve Çanakkale Arkeoloji Müzelerinde sergilenmektedir. Bugüne tapınaktan yerinde sadece temeller ve bazı sütunlar kalmıştır. Kazılar sırasında ortaya çıkarıldığı bilinen tapınağın taban mozaikleri bugün kayıptır.

Tepenin Edremit körfezine bakan yamacında antik şehir merkezi Agora, Doğu-Batı yönünde uzanan Kuzey ve Güney Stoa, Agora Tapınağı, Bouleuterion(Şehir Meclisi Binası) ve Gymnasium(Okul) ile bunların biraz aşağısında 2500 kişilik Antik Tiyatro yer alıyor. Üstün bir taş işçiliği ile yapılmış şehir surlarının büyük kısmı ve birbirlerinden farklı tarzlarda inşa edilmiş şehir kapıları bugün hala oldukça sağlam bir durumdadır. Günümüzde yapıların temel taşlarından başka fazla bir kalıntı görülemeyen yerleşim alanında 1980-2005 yıllarında Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu yönetiminde kazılar ve restorasyon çalışmaları yapılmış. 2005 yılında ölen Prof. Ümit Serdaroğlu, vasiyeti üzerine Behramkale köy mezarlığına gömülmüştür. 2006 yılından itibaren kazılar Çanakkale Üniversitesinden Doç. Dr. Nurettin Arslan’nın yönetiminde sürdürülmektedir.

Aristoteles’in Assos’da Konukluğu
Assos’un, Aristoteles’in yaşamında önemli bir yeri vardır. Makadonya Kralı’nın özel doktoru olan babası Nikomahos, Aristoteles daha çocukken ölünce, ablasının kocası Atarneus’lu Proxenus, küçük Aristo’yu korumasına alarak bakımını ve eğitimini üstlenmişti. Aristoteles 17 yaşındayken eğitim için Atina’ya gönderildi ve o devirde en iyi eğitimin verildiği okul olan Academia’ya girdi. Platon’un özellikle takdir ettiği başarılı bir öğrenci oldu. Academia’da bulunduğu süre içinde üstün zekası ile öğrencilikten eğiticiliğe yükselmişti. Platon ona, “okulun beyni” adını takmıştı.

Platon M.Ö. 347 yılında ölünce, Aristoteles, M.Ö. 366 yılından beri yaklaşık 20 yıldır mensubu olduğu Academia’da daha fazla kalmak istemedi. Ayrılma isteğinin kaynağı, okulun başına kendisinin değil de Platon’un yeğeni Speusippos’un geçmesi veya o günlerde Atina ile Makedonya arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi olabilir. Atinalılar tarafından Makedonya sarayına yakın olduğu düşünüldüğü için kendini tehdit altında hisseden Aristoteles, o sıralarda Atarneus-Assos birliğinin yöneticiliğini yapan eski okul arkadaşı Hermeias’ın davetini kabul etti ve yine okuldan arkadaşı Chalcedon’lu(Kadıköy) Xenocrates ile birlikte Assos’a geldi. Aristoteles ve Xenocrates Assos’da üç yıl kaldılar. Bu süre içinde burada kurdukları okulda dersler verdiler. Aristoteles Assos’da ve buradan gittiği Lesbos adasında deniz canlıları üzerinde çok detaylı gözlemler yaptı ve bu bilgileri kullanarak daha sonra yazacağı zooloji ve biyoloji kitaplarının içeriğini oluşturdu, canlıların sınıflandırılması ile ilgili düşüncelerini geliştirdi.

Aristoteles, Assos’da kaldığı süre içinde daha sonra ilk eşi olacak Pythias ile tanıştı. Pythias’ın Hermeias ile akrabalık ilişkisi hakkında rivayet muhtelif; Değişik kaymaklarda Pythias’ın Hermeias’ın cariyesi, kız kardeşi, yeğeni, evlatlığı, evlat edindiği yeğeni olduğu yönünde yorumlar var. Aristoteles’in, Pythias’ı evlenme yaşına gelene kadar beklediği anlaşılıyor. Aristoteles, M.Ö. 340 yılında Pythias ile evlendi ve ondan yine Pythias adını verdiği bir kızı oldu. Hem anne Pythias hem de kızı Aristoteles’den önce ölmüş olmalılar, Aristoteles vasiyetinde eşi Pythias’in kemiklerinin bulunduğu yerden alınarak kendisi ile birlikte gömülmesini istemiş.

Aristoteles, M.Ö. 342’de dönemin Makedonya kralı II. Philippos’un, oğlu İskender'in eğitmeni olması davetini kabul ederek Acedemia’dan arkadaşı olan ve kendisini yerlisi olduğu Lesbos adasında bir yıl ağırlayan arkadaşı Theophasto ile birlikte Makedonya’nın başkenti olan Pella’ya gitti.

Atarneus’lu Hermeias
Hermeias’ın, Atarneus tiranı banker Eubolos'un kölesi olduğunu, gençlik yıllarında Acedemia’da felsefe eğitimi aldığını, daha sonra özgürlüğünü kazandığını ve M.Ö. 351’de eski efendisinin yerine şehrinin yöneticiliğini üstlendiğini biliyoruz. Bazı kaynaklarda Hermeias’ın ruhun ölümsüzlüğü üzerine şimdi kayıp olan bir kitabının olduğu belirtiliyor. Antik Çağın felsefe magazini yazarı Diogenes Laertios, Hermieas’ın Aristoteles’in sevgilisi olduğu dedikodusunun yapıldığını söylüyor. Yine birçok kaynakta Hermieas’ın hadım olduğundan söz ediliyor.

 Hermeias’ın yöneticiliği döneminde Atarneus’un komşu şehri Assos ile bir yönetim birliği kuruldu. Bu dönemde Atarneus ve Assos şehirleri M.Ö. 342’de, bölgenin hakimi olan Perslere karşı ayaklanmaya katıldı. Bunun üzerine Pers hükümdarı III. Artaxerxes işbirlikçisi Rodos’lu Memnon’u isyankar kıyı şehirlerini yeniden denetim altına almakla görevlendirdi. Memnon, ateşkes görüşmesi yapmak bahanesiyle davet ettiği Hermias’ı tuzağa düşürerek esir aldı ve onu zincirleyerek Pers kralına, Susa’ya gönderdi. Burada Hermeias’a, muhtemelen Makedonya Kralı II. Phillip’in doğuyu istila planları hakkında bilgi alabilmek amacıyla, ağır işkenceler yapıldı ve Hermeias sonunda çarmıha gerilerek öldürüldü. Hermeias, M.Ö. 341’de işkence altında ölürken “Arkadaşlara söyleyin, felsefe adına utanç verici veya küçültücü hiçbir davranışta bulunmadım” dedi. Aristoteles, sevgili dostu Hermeias’ın ölümü üzerine Yunanistan’da Delphi tapınağına onun bir büstünü dikti ve anısına onu öven bir ilahi yazdı.

Assos’lu Cleanthes
Assos’lu Phanias oğlu Cleanthes M.Ö. 331-230 yıllarında yaşadı. Hayatı hakkındaki bilginin hemen hepsini Diogenes Laertios’dan öğreniyoruz. Cleantes eski bir boksördü, muhtemelen Assos’da daha önce bir okul açan Aristoteles’in yarattığı havadan esinlenerek cebinde dört Drahme ile felsefe öğrenimi yapmak amacıyla M.Ö. 281 yılında Atina’ya geldi. O sırada Atina’da eğitim veren diğer okulları da inceledikten sonra Stoalı Zeno’nun öğrencisi olmaya karar verdi. Geçimini sağlamak ve derslerin bedelini ödemek için geceleri amelelik ve su taşıma işlerinde çalışırdı. Zeno’nun M.Ö. 262 yılında ölümünden sonra Cleanthes, hocasının arzusuna uygun olarak Stoa okulunun başına geçti ve ölümüne kadar 32 yıl bu görevi sürdürdü. Diogenes Laertios, Cleanthes’in çeşitli felsefe konularında yazdığı 50’den fazla kitabının isimlerini veriyor ancak bu kitapların hiçbiri ne yazık ki günümüze ulaşmamış. Cleanthes, çok yaratıcı bir filozof sayılmamasına rağmen hocasının doktrinini sadakatle korudu ve öğrencilerine aktardı. Öğrencilerinden Chrysippus, sadece Stoa düşüncesinin değil antik çağın en özgün ve önemli filozoflarından biri oldu. Cleanthes’den günümüze bazı fragmanlar dışında sadece Zeus’a İlahi, “Hymn to Zeus” adındaki şiiri kalmıştır.

Kaynaklar
• Serdaroğlu, Prof. Dr. Ümit, “Behramkale Assos”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2005
• Clarke, J. Th., “Report on the Investigations at Assos (1881)”, Boston 1882
• Homeros, “İlyada”, Can Yayınları, İstanbul 2007, Çev. Azra Erhat, A. Kadir.
• Leartios, Diogenes, “Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri”, Çev. Candan Şentuna, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2007.
• Arslan, Nurettin - Böhlendorf-Arslan, Beate, "Assos Living in the Rocks", Homer Kitabevi, İstanbul May 2010.




Assos Athena Tapınağı Kalıntıları

Assos Athena Tapınağı Maketi

Assos Antik Tiyatro (Restore edilmiş)

Aterneus Antik Kenti














28 Eylül 2009 Pazartesi

Stoa Düşüncesi


Stoalılık, eski Yunan ve Roma’da yandaş bulmuş maddeci ve doğacı bir öğretidir.  MÖ 300 ile MS 200 yılları arasında yaklaşık 500 yıl süre ile Antik dünyada büyük ölçüde yaygınlık kazanmıştır.

Okulun Kurucusu, MÖ 336’da Kıbrıs Citium’da (bugünkü Larnaka) doğan, Mnaseas oğlu Zenon’dur.  Zenon, Akdeniz’de gemi ile ticaret yapan babasının kendisine getirdiği kitaplarla felsefeye ilgi duymuş, birçok felsefe metnini daha Atina’ya gelmeden okumuştu. Zenon, yirmili yaşlarında çıktığı bir ticari seferde, MÖ 314 yılında, gemisi Yunanistan kıyılarında kayalara oturunca, bunu tanrıların kendisini felsefeye vermesi için gönderdiği bir işaret sayıp Atina’da kalmaya ve felsefe eğitimi almaya karar verdi.

Zenon Atina’da önce Cynic okuldan Crates’in, daha sonra Megara okulundan mantıkçılar Stilpon ve Diodoros’un öğrencisi oldu.  Son olarak Platon’un Academia’sında Polemon ile felsefe çalıştı.  Aynı yıllarda Epikuros, Academia’nın karşındaki bahçede kurduğu okulunda kendi hazcı öğretisini öğrencilerine aktarıyordu.

Zenon, tüm bu düşünce sistemlerinin temel ilkelerini biliyordu ancak hiç biri ile tam olarak tatmin olmadı.  MÖ 300 yılında Atina şehir meydanında, pazar yerine bakan “Stoa Poekile” adı verilen sütunlu yolda kendi felsefesini öğretmeye başladı.

Zenon en çok Cynic öğretinin “tek gerçek iyi, erdemdir” fikrinden etkilenmişti.  Erdemli bir yaşam için doğaya uygun ve sade bir hayat sürme ilkesini ve Sokrates’in doğru düşünme aracı olarak geliştirdiği dialektik düşünme yöntemini benimsedi.

Zenon’nun MÖ 264’de ölümünden sonra okulun başına öğrencisi Assos’lu Cleanthes (MÖ 331-233) geçti.  Cleanthes çok yaratıcı bir fikir adamı olmamasına karşın hocasının öğretisini büyük bir sadakatle sonraki kuşaklara aktardı.

MÖ 233 yılında Stoalı okulun başına üçüncü yönetici olarak Soli’li Chrysippus (MÖ 290-206) geçti.  Chrysippos, son derece parlak bir zekaya ve olağanüstü bir felsefi düşünce derinliğine sahipti.  Çoğu mantık alanında olmak üzere 700’den fazla kitap yazdığı söyleniyor.  Chrysippus ile birlikte Stoa düşüncesi, hayatın her alanını kapsayabilen bir öğreti olarak ana hatları ile sağlam bir şekilde belirlenmiştir.

Stoalı doktrin üç bölüme ayrılır; Fizik, Mantık ve Etik.  Stoalılık özünde bir ahlak öğretisidir ancak bilimsel temel olarak büyük ölçüde Herakleitos’a dayanan Fiziği, düşünme yöntemi olarak da Sokrates’in diyalektiğini kullanır.

Stoa düşüncesinin özünü, erdemli olmayı esas alan, hem doğaya hem de insanın kendi yapısına uyumlu, sade ve alçak gönüllü bir yaşamı sürdürme arzusu oluşturur.  Stoa bilgesi (Sophos-Sage) için erdemli olmak dışında arzulanabilecek herhangi bir “iyi”, erdemsiz olmak dışında korkulacak veya kaçılacak bir “kötü” yoktur.  Stoalı için acı veya haz, fakirlik veya zenginlik, hastalık veya sağlık, hatta yaşam veya ölüm bile eşit derecede doğal ve aynı derecede “ilgisiz”dir(indifferent).

Stoalılara göre insan erdemli ve iyi bir yaşama kavuşmak için çaba göstermelidir. Mutluluğa ancak elimizde olan ve olmayan şeyleri iyi ayırt edip, elimizde olan şeyler arasında bilinçli ve doğru tercihler yaparak ulaşabiliriz.