26 Nisan 2013 Cuma

Aklın ve Varlığın Temel İlkeleri

İnsanlar hem zaman içinde, hem de mekanda çok uzaklarda da olsalar birbirlerini anlayabilir ve iletişim kurabilirler.  Eski Yunanistan’da yaşamış Stoacı filozof Epiktetos’un bir öğrencisinin tuttuğu ders notları günümüze kalmıştır.  Bu notları okuduğumuzda hocanın 1900 yıl önce söylediği sözler bize sanki daha dün söylenmiş gibi anlamlı gelir.  Çok farklı ülkelerde ve kültürlerde yetişmiş insanlar bir araya geldiklerinde ortak bir dilleri varsa hemen iletişime geçebilir, birbirlerinin düşüncelerini anlayabilirler.  Hatta bir gün dünyamıza başka dünyalardan akıllı varlıklar gelirse onları da anlayabileceğimizi, onlarla iletişim kurabileceğimizi hayal ederiz.  

Oysa her insanın duyguları, düşünceleri çok özel ve kendine ait.  Dış dünya ile ilgili tüm bildiklerimiz, duyularımız yolu ile zihnimize aktarılır ve orada fenomenal bilincimizde oluşturduğumuz “dış dünya” modelimizi biçimlendirir.  Peki nasıl oluyor da tamamen zihni taşıyan bireylere özel olan iki akıl aynı iletişim ortamını paylaşabiliyor, birbirleri ile haberleşebiliyor, anlaşabiliyor?  Bu ortak zemini oluşturan ilkeler ve temeller nelerdir?  Bu ilkeler akıllı tüm varlıklarda ortak ise ortaklık onların varoluşundan ve doğuşundan gelen bir özellik midir, yoksa birlikte yaşama deneyimi, duyumları ve gözlemleri ile oluşan bir ortaklık mı?

İnsan aklı önce kavramları oluşturur, sonra bu kavramlarla önermeler kurar ve çıkarımlar yapar.  Mantıkta “kavram”, “düşünülmüş olan her hangi bir şey” anlamındadır.  Buradaki “şey” bir nesne olabileceği gibi bir durum ya da bir ilişki olabilir, soyut veya somut, gerçek veya sanal olabilir.  Kavramlar mantık işleyişinin temel birimleridir.  Düşünme ve mantık, kavramları ve bu kavramlarla oluşturulan önermeleri temel düşünme ilkelerine uygun olarak kullanır, çıkarımlar yapar, başka zihinlerle de alışveriş yaparak iletişim kurar.

Mantığın temel ilkeleri tüm insanlarda, topluma ve kültüre bağlı olmadan her zaman her yerde geçerlidir.  Mantık ilkeleri, oldukları şeyi olmak için bilinmeye ihtiyaç göstermezler; insanlar bilinçli olarak açıkça farkında olmasalar bile bu ilkelere göre akıl yürütürler.  Bu ilkelere uyulmadığı zaman düşünce akışında çelişkiler doğar, akıl yürütmede doğru sonuçlara varmak imkansızlaşır, iletişimin olanağı ortadan kalkar. 

Mantıkçıların çoğu üç temel akıl ilkesini kabul ederler; 1. Özdeşlik, 2. Çelişmezlik, 3. Üçüncü Halin Olanaksızlığı.  Burada öncelikle insan aklı ve zihninin tutarlılığını, sürekliliğini ve başka zihinlerle iletişimin olanağını sağlayan temel ilke Özdeşlik İlkesi’dir.  Çelişmezlik ilkesi ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleri, özdeşlik ilkesinden türetilebilir.  Büyük Alman matematikçi ve filozofu Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) bu üç ilkeye, varlık alanında da geçerli olmak üzere “oluşun ve bilmenin büyük bir ilkesi” olarak bir yenisini eklemiştir: Yeter Sebep İlkesi.  Leibniz akıl ve mantık için sadece iki ilkenin yeterli olduğunu savunmuştur; ilk üç ilkenin birleşimi olarak Çelişmezlik (veya Özdeşlik) İlkesi ve Yeter Sebep İlkesi.

Bu ilkeler varlıkta arandığı zaman farklı görüşler ileri sürülebilse de, akıl ve mantık söz konusu olduğunda uyulması zorunlu ve değişmezdirler.  Leibniz bu konuya değinirken şöyle diyor: “Adaleler ve tandonlar yürümek için nasıl zorunlu iseler, akıl ilkeleri de akıl için öyle zorunludurlar.  Onlarsız asla düşünülemez, zihin her an bu ilkelere dayanır.”  Bu bakımdan bunlar insanın özü ile ilgilidir.  İnsan ancak onlarla vardır.  İnsanı diğer canlılardan ayıran da bu özelliğidir. 

1. Özdeşlik İlkesi (Ayniyet Prensibi)

Özdeşlik ilkesi, düşünmenin temelini oluşturur; insan aklı ve zihninin tutarlılığını, sürekliliğini ve başka zihinler ile iletişiminin olanağını sağlar. Bu ilke, bir şeyin kendi varlığını belirtmesi ve zorunlu olarak “kendisi ile bir ve aynı” olmasını ifade eder. “Bir şey ne ise odur.”  Bir şey aynı anda ve aynı yerde hem kendisi, hem de bir başkası olamaz.  Olursa düşüncede çelişki ortaya çıkar, oysa sağlıklı düşünmede çelişkiye yer yoktur.  

Özdeşlik ilkesi klasik mantıkta “A, A’dır.”  şeklinde ifade edilir. Örneğin, “Masa, masadır”, “Ahmet, Ahmet’tir”, “Çocuk, çocuktur.” Sembolik mantıkta ise bu ilke “A à A” olarak gösterilir.  Metafizik anlamda, “Her nesne kendisidir” şeklinde ifade edilir.  Zihin bu ilkeye hem kendi akıl yürütmelerinde, hem de başka zihinler ile etkileşimlerinde kendiliğinden uyar.

Özdeşlik ilkesinin doğru işleyen her akıl ve mantık için geçerli olduğu konusunda düşünürler arasında bir görüş ayrılığı yoktur.  Aynı ilke acaba varlık alanı için de geçerli midir?  Yani her varlık kendisi ile özdeş olmak zorunda mıdır? Bu konuda düşünürler arasında bir görüş birliği yoktur.  Varlıkta özdeşlik ilkesinin ilk kurucusu Elealı Parmenides (d. yak. M.Ö. 515/540) Varlık vardır, var olmamak yoktur” diyerek özdeşlik ilkesinin varlık alanında geçerli olduğunu kabul eder.  Aynı şekilde Leibniz de özdeşlik ilkesini “Her şey ne ise odur” diye ifade ederek varlık alanına taşımıştır.  Leibniz’i izleyen ve onun bir öğrencisi olan Christian Wolff da (1679-1754) özdeşlik ilkesini şu şekilde ifade etmektedir: Her var olan şey, ne ise yine kendinin aynıdır; Her A, A’dır.  Buna karşılık Efesli Herakleitos (yak. M.Ö. 535-475) “Aynı ırmaklara gireriz ve girmeyiz, biziz ve biz değiliz”  diyerek özdeşlik ilkesinin varlık alanında geçerli olmadığını, çünkü var olanların sürekli bir oluş ve değişim içinde bulunduğunu söyler.  Alman idealist filozof Hegel de (1770-1831) “bugünkü bedenim dünkü bedenim değildir” diyerek varlık alanı için özdeşliğin geçerli olmayacağını ifade etmiştir.         

Özdeşlik ilkesi aklın en temel ilkesidir ve diğer mantık ilkeleri bu temelden türetilebilir.  Mantıkçıların çoğu, bu ilkenin insan zihninde zamana, yere ve kişiye bağlı olmadan kendiliğinden var olduğunu, sonraki herhangi bir deneyim veya öğrenme ile ilgisi olmadığını söylerler. Bazı düşünürler ise bunun tersine, özdeşlik kavramının duyular yolu ile ve deneyimlerle kazanıldığını, öğrenilmiş bir kavram olduğunu iddia ederler, kanıt olarak da çocukların ve bazı ruh hastalarının bu ilkeye sahip olmadıklarını gösterirler.   

Özdeşlik kavramı, eşitlik veya benzerlik kavramları ile aynı şey değildir.  İki farklı şey birbirlerine benzer veya eşit olabilir ancak bu onların özdeş olduğu anlamına gelmez.  Eş yumurta ikizi iki kardeş son derece benzer olmalarına karşılık iki farklı varlıktır ve özdeş değillerdir, birisi Ahmet’tir, diğeri Mehmet.  İki varlık arasındaki benzerliğin artması, son aşamada onları eşitleyebilir ancak onlar yine de özdeş sayılmazlar.  A’nın B’ye eşit olması (A=B) onları özdeş yapmaz, çünkü eşit olmalarına rağmen hala birisi A, diğeri B’dir.  Örneğin A=4, B=2+2 ise A=B eşitliği doğru olarak 4=2+2 şeklinde yazılabilir ancak eşitliğin iki tarafındaki terimler özdeş değildir.  Özdeşlik, bir şeyin kendisi ile özdeşliğidir, yani kendisi ile aynılığı ve bir olmasıdır. 

Özdeşlik ilkesi ile yapılmış önermeler her zaman doğrudur ve analitik önermelerdir, yani öznesi yüklemini kapsar.  Örneğin “Bekar, evli olmayan kişidir.”  önermesi özdeşlik ilkesine uyar, her zaman doğrudur, öznesi olan “bekar”ın anlamı, tanım olarak yüklemi olan “evli olmayan kişi” anlamını kapsar ve aynı anlama gelir.  Analitik önermelerde yüklem, öznede zaten var olan anlama yeni bir şey eklemez, sadece onu tekrarlar,  başka bir deyişle özne ve yüklemin kaplamı ve içlemi aynı şeye karşılık gelir.  Özdeşlik ilkesine göre kurulmuş bir önerme, totolojik ve analitik olmakla bize öznesinin anlamında zaten var olanın dışında yeni bir bilgi vermez, yeni bir anlam veya varlık alanı doğurmaz, sadece öznedeki anlamı genişletir.

Özdeşlik ilkesi, öne sürülen önermeler her ne kadar bize yeni bir bilgi vermekten uzak da olsa yine de doğru düşünme ve akıl yürütmeler için temel ilkedir.  Akıl yürütürken tutarlı kalabilmemiz için önermelerimizdeki terimlerin anlamlarının ve içeriklerinin en azından akıl yürütmenin başından sonuna kadar aynı kalması gereklidir.  Akıl yürütmenin anlamlı ve tutarlı olması ancak böyle sağlanabilir.  Özdeşliğin bu şekilde saptanması, henüz bir düşüncenin hakikatini garanti etmez; fakat bu, bir düşüncenin hakikat olması için zorunlu bir koşuldur.  Başka bir deyişle, özdeşlik ilkesi bilgi için gerekli, fakat yeterli olmayan bir ölçüttür.

Bu ilke olmasaydı nesnelere ad veremezdik, çünkü “masa” aynı zamanda “sandalye” de olsaydı önermemizdeki “masa”nın tanımı ve işlevi konusunda tutarlı bir düşüncemiz olamayacaktı.  Önümüzde duran masa/sandalye’ye tabağımızı mı koymamız uygundur yoksa oturmamız mı bilemeyecektik.  Özdeşlik ilkesi geçerli olmasaydı oluş halindeki öznelerin zaman içinde her andaki farklı nitelikleri için farklı adlandırmalar yapmak zorunda kalırdık.  Halbuki insan zihni özdeşlik ilkesine uygun olarak “Ahmet”i zaman içindeki nitelik ve nicelik olarak gösterdiği değişime rağmen aynı varlık olarak, “Ahmet” olarak kabul etmeye devam eder.  Aynı şekilde Menderes Irmağı akış içinde her an bir oluş ve değişim halindedir, fakat kıyısında ırmağın akışını gözleyen Ahmet için o hep aynı “Menderes Irmağı” dır.  Her iki halde de değişmeyen şey, “Ahmet”in ve “Menderes Irmağı”nın zihnimizdeki kavramlarıdır. 

Zihnimiz zaman ve mekanda değişim içinde var olanı anlamak, bu anlayışın sürekliliğini sağlamak için onu bir kavram olarak oluşturur ve muhafaza eder.  İşte sürekli değişim ve devinim içindeki fiziksel varlıklar olmasa da varlıkların zaman ve mekanın dışında oluşturulan bu kavramları özdeşlik ilkesine uyar.  Eğer zihnimizde özdeşlik ilkesi olmasaydı veya zihnimiz bu ilkeye tutarlı bir şekilde uymasaydı hiçbir oluşu kavrayamazdık.  Aynı şekilde özdeşlik ilkesine uymayan bir zihin için diğer temel ilkeler olan çelişmezlik ilkesi ve üçüncü halin olmazlığı ilkesi de anlamsız kalırdı.

Özdeşlik ilkesi, kendi başına bir zihnin sürekli ve tutarlı anlama olanağını sağladığı gibi birden fazla zihnin birbirlerini anlaması ve iletişimi sağlaması için de gereklidir.  Başka bir deyişle, zihinler arasında karşılıklı anlayış ve iletişimin temelinde özdeşlik ilkesi bulunur.  Sağlıklı iletişim ancak kullanılan terimlerin taraflar için bir ve aynı anlamda olmasıyla olanaklıdır.  İletişim ve tartışmanın anlamlı ve verimli olabilmesi için iletişen zihinlerde terimlerin anlam birliğinin var olması gerekir.  

Sonuç olarak özdeşlik ilkesi insanlar arasındaki iletişimin olmasını mümkün kılarak birlikteliğin ve toplumsal yaşamın olanağını sağlar.

2. Çelişmezlik İlkesi (Tenakuzsuzluk Prensibi)

Özdeşlik ilkesi önermeyi sadece kendisi ile tanımlarken çelişmezlik ilkesi onu “başkası, kendisi-olmayan” ile birlikte ele alır ve tanımlar.  Bir şey hem kendisi hem de başka bir şey olamaz.  Bu ilkede ortaya konulan düşünce, bir önermenin yalnızca bir tek doğruluk değeri taşıyabileceği, hem doğru hem de doğru-değil olamayacağıdır.  Klasik mantıkta ifadesi “A, A-olmayan değildir” şeklinde ifade edilir.  Sembolik mantıkta ise bu ilke “~(A ^ ~A)” olarak gösterilir. 

Çelişmezlik ilkesi, aslında özdeşlik ilkesi olmadan düşünülemez, tasarlanamaz.  Bir şeye “A” dedik mi, “A”dan başka olan her şey, “A”ya eşit veya benzer olanlar da içinde olmak üzere, “A”ya özdeş olmayan her şey demektir.  Çelişmezlik ilkesi özdeşlik ilkesinin bir onaylanışı olarak da görülebilir.  Bu ilkeyle aslında, “A”nın “A” ile, “A-olmayan”ın da “A-olmayan” ile özdeşliği düşünülmektedir.    

Çelişmezlik İlkesi, özdeşlik ilkesine göre düşünme evrenimizi genişletmektedir.  Bu ilke ile akıl artık “A” ile sınırlı kalmaktan kurtulmakta, evrene A-olmayan her şey, ~A’lar da eklenmektedir. ~A, A olamayanların tümünü kapsadığı için düşüncemiz de tüm evreni kapsar hale gelmektedir.  Çelişmezlik ilkesi bize, “özdeşlik” ile birlikte “kendi-olmama”, “başka-olma” olanağını da düşündürtmekte, böylece düşünme evrenini verimli bir genişliğe taşımaktadır.  Bu ilke ile düşünce evreni A olan ve A-olmayan olarak kapsayıcı bir şekilde ikiye ayrılmaktadır.

İnsan zihninin çelişmezlik ilkesine karşı duyarlığı, diğer ilkelere olan duyarlığından daha fazladır.  Başka deyişle, insan bu ilkeye uyma zorunluluğunda olduğunun bilincine daha açıkça sahiptir.  Bu ilkeyi de kapsayan mantık yapısı, ilkel toplumlar dahil bilinen tüm insan toplumlarında aynıdır.  Çelişmezlik ilkesinin, insan evriminin belli bir zamanında ortaya çıkmış, yani sonradan kazanılmış bir özellik değil, insanla birlikte var olan ve her toplumda geçerli evrensel bir ilke olduğu anlaşılmaktadır.    

Bu ilke ile ifade edilen “çelişme” kavramı “karşıt olma” ile aynı şey değildir.  İkisi arasında mantık açısından ve olgu açısından fark vardır, başka bir ifade ile çelişki ile karşıtlık aynı şey değildir. 

Çelişmezlik ilkesi A ile A-olmayanın aynı anda birlikte doğru olamayacağını ifade eder.  Karşıtlık ifade eden iki önerme ise aynı anda doğru olabilir.  Örneğin “Bütün insanlar ölümlüdür” ifadesi doğru ise çelişiği olan “Bazı insanlar ölümlü değildir” ifadesi kesinlikle ve daima yanlıştır.  Buna karşılık “Bazı insanlar filozoftur” doğru önermesinin karşıtı olan “Bazı insanlar filozof değildir” önermesi de doğrudur. 

Çelişmezlik ilkesi ile kurulan bir önerme ve çelişiği arasında hiçbir zaman ara değer bulunmazken karşıt önermeler arasında ara değerler var olabilir.  Örneğin “Bu su sıcaktır” önermesi ile çelişiği “Bu su sıcak-olmayandır” önermelerinden biri doğru ise diğeri zorunlu olarak yanlıştır, başka türlüsü düşünülemez, düşünülürse mantıksal çelişki doğar.  Buna karşılık karşıt önermeler arasında ara değerler bulunabilir.  Örneğin “Bu su sıcaktır” önermesi ile karşıtı “Bu su soğuktur” önermesi arasında “Bu su ılıktır” gibi bir önermenin bulunması düşünmede bir çelişki yaratmaz.

Çelişmezlik ilkesi ile kurulmuş önermeler de özdeşlik önermeleri gibi zorunlu olarak doğrudur, aksi halde çelişki doğardı.  Bir şey “hem kendisi, hem kendisi-olmayan” olamaz, olursa düşünce çelişkiye düşer.  Bir önermenin kendisi doğruysa kendisi-olmayan yanlıştır, ya da kendisi yanlış, kendisi-olmayan doğrudur, biri doğru ise diğeri yanlıştır.  Çelişki içeren önermeler aynı anda birlikte ne doğru, ne de yanlış olurlar.  Başka bir ifade ile bir yargı bildiren cümlede özneye aynı yüklem aynı anlamda ve aynı zamanda hem olumlu hem de olumsuz olarak yüklenemez, yüklenirse çelişki olur.   

3. Üçüncü Halin Olmazlığı İlkesi (Üçüncü Şıkkın İmkansızlığı Prensibi)

Üçüncü Halin Olmazlığı İlkesi, düşünme ve konuşma evrenimizi ikiye böler ve bu iki bölgenin tüm evreni kapladığını ifade eder: “A bölümü” ve “A-olmayan bölümü”.  Bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır; bunların dışında üçüncü bir değer alamaz.  Başka bir deyişle, A ile A-olmayan arasında üçüncü bir olanak yoktur, doğru ve yanlış dışında üçüncü bir doğruluk değeri olmaz.  Sembolik mantıkta bu ilke “A v ~A” olarak gösterilir.  Üçüncü halin olmazlığı ilkesi şöyle de ifade edilebilir: “Her X, ya A ya da A-olmayan olmak zorundadır; üçüncü bir hal düşünülemez.”

Bu ilke, bir önerme için doğru ve yanlış değerlerin dışında bir değer olamayacağını kesin bir biçimde ifade eder.  Böylece bir önermenin doğruluğunu ispatlamak yerine “yanlışlığının yanlışlığını” ispatlayarak onun doğruluğunu kanıtlamak olanağı doğar.  Bu tür kanıtlamaya “saçmaya indirgeme” veya “olmayana ergi” yöntemi denir.  Bu yöntemde ispatlanmak istenilen önermenin çelişiği doğru kabul edilir ve bu kabulün yaratacağı mantıksal çelişki gösterilir, böylece üçüncü halin olmazlığı ilkesi kullanılarak önermenin doğruluğu ispatlanmış olur.

Saçmaya indirgeyerek yapılan kanıtlamaların sembolik mantıktaki karşılığı, “değillemenin değillemesi”dir.  Mantıkta bu işleme çifte değilleme de denir.  Çifte değilleme olumsuzlamanın olumsuzlanması, yani yanlışın yanlışlanmasıdır.  Bu ilke, sembolik mantıkta şöyle ifade edilir: “~~A = A”, başka bir deyişle “çifte değilleme evetlemedir”.  Bu ilkeye göre eğer “X” düşünme evreninin “~A” bölgesinde değilse “A” bölgesinde olmak zorundadır, çünkü evrende bulunabileceği başka bir yer yoktur.  

Üçüncü halin olmazlığı ilkesine özellikle yirminci yüzyılda çok güçlü itirazlar da gelmiştir.  Bu itirazlara göre, A ve A-olmayan tüm düşünce evrenini kapsıyorsa bizim bu iki bölgenin dışında yer alacak bir “X” düşünmemiz olanaksızdır.  Ayrıca “A” ve “A-olmayan” bir arada düşünme evrenimizin sınırlarını çizmektedir, oysa düşünmemize sınır çizmek aynı zamanda onu kısıtlamak ve zorlamak anlamına gelir.  Diğer taraftan düşünme evrenimizin sınırları olmadığı kabul edildiğinde, sınırları olmayan bu evrenin dışında bir “X” düşünmek yine mümkün değildir.  Bu itirazlara göre üçüncü halin olmazlığı ilkesini temel mantık ilkesi olarak kabul etmek zorunlu ve gerekli değildir.     

4. Yeter-Sebep İlkesi (Sebeb-i Kafi Prensibi)

Özdeşlik, Çelişmezlik ve Üçüncü Halin Olmazlığı ilkeleri, biçimsel düşünme için yeterlidir.  Biçimsel bilimler olan mantık ve matematikte zihin sadece bu ilkelere dayanarak geçerli akıl yürütmelerde bulunabilir.  Buna karşılık düşünce evreni, olgular evreni ve varlık evrenine genişletildiğinde bu ilkeler gerçeklik üzerindeki her şeyi söyleyebilmek için yeterli değildir.  Varlık evreninde bir şey söylemeye çalıştığımızda, var olmak için gerekli ve yeterli koşulu dile getiren “Yeter-sebep İlkesi”ne ihtiyaç duyarız.  “Her şeyin, neden var olduğunu ve neden olduğu gibi var olduğunu gerektiren bir sebebi vardır.”

Yeter-sebep İlkesi, batı düşüncesinde daha önceleri de ifade edilmiş olmasına karşılık ilk olarak Leibniz tarafından güçlü bir biçimde varlığın, oluşun ve bilmenin “büyük bir ilkesi” olarak ileri sürülmüştür.  Leibniz tek başına çelişmezlik ilkesini gerçekliğin en yüksek ölçütü olarak yetersiz görmüş ve yeter-sebep ilkesini çelişmezlik ilkesi ile birlikte aklın ve varlığın temel ilkesi olarak kabul etmiştir.  Lebiniz, Monadoloji’nin 31. Ve 32. paragraflarında şöyle diyor:

“Akıl yürütmelerimiz iki büyük ilkeye dayanırlar: Birincisi çelişmezlik ilkesidir. Bu ilke gereğince çelişmeyi ihtiva eden şeye yanlış ve yanlışa zıt veya yanlışla çelişik olana da doğru hükmünü veririz.”   

“İkincisi yeter sebep ilkesidir.  Bu ilke gereğince yeter sebep olmadıkça hiçbir vakıanın doğru veya mevcut, ifade edilen hiçbir hükmün hakiki olmayacağını, vakıanın niçin böyle olup ta başka türlü olmadığını dikkate alırız.  Halbuki bu sebepler çok defa bizce belli değildir.”

1950-1952 yıllarında İstanbul Üniversitesinde de dersler vermiş Alman felsefe tarihçisi Heinz Heimsoeth (1886-1975), Leibniz’in yeter sebep ilkesini aklın ilkesi saymasını şöyle yorumluyor: “Hakikat iddiasında bulunan her hükmün bu hakikat iddiası temellendirilmiş olmalıdır.  Böyle bir hüküm sebepsiz hiçbir iddia ortaya atmamalıdır.”   Başka bir deyişle “Biz yargılarımızı, savlarımızı ancak yeterli bir nedenin açık olarak var olduğu yerde ortaya atmalıyız.”

Çelişmezlik ilkesi, iki çelişik hüküm arasında birisinin doğru diğerinin yanlış olduğunu söyler ama hangisi doğrudur onu belirtmez.  Yalnız iki önerme arasındaki ilişki ile ilgilidir, bu bakımdan biçimseldir.  Yeter-sebep ilkesinde ise sebep ararken amaç hangisinin doğru olduğunu tespit etmektir.  Yani aynı zamanda hükümlerin içerikleri ile ilgilidir.  Alman filozof Schopenhauer (1788-1860) Leibniz’den yüz yıl sonra, bu ilke ile ilgili sorunları doktora tezinde “Yeter-sebep İlkesinin Dört Kaynağı Hakkında” adıyla detaylı olarak ele almıştır.  

Faydalanılan Kaynaklar

1- Çüçen, A. Kadir, Klasik Mantık, Asa Kitabevi, Bursa 2004
2- Öner, Necati, “Mantığın Ana İlkeleri ve Bu İlkelerin Varlıkla Olan İlişkileri”, Felsefe Yolunda Düşünceler, Akçağ Yayınları, Ankara 1999
3- Özlem, Doğan, Mantık, Notos Kitabevi, İstanbul 2012
4- Öner, Necati, Bilginin Serüveni, Vadi Yayınları, İstanbul 2008
5- Heimsoeth, Heinz, Felsefenin Temel Disiplinleri, Çev. Takiyettin Mengüşoğlu, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2007
6- Grünberg, Teo, Mantık Terimleri Sözlüğü, ODTÜ Geliştirme Vak. Yay., Ankara 2003       

Hiç yorum yok: