İnsanlar hem zaman içinde, hem de mekanda çok uzaklarda
da olsalar birbirlerini anlayabilir ve iletişim kurabilirler. Eski Yunanistan’da yaşamış Stoacı filozof
Epiktetos’un bir öğrencisinin tuttuğu ders notları günümüze kalmıştır. Bu notları okuduğumuzda hocanın 1900 yıl önce
söylediği sözler bize sanki daha dün söylenmiş gibi anlamlı gelir. Çok farklı ülkelerde ve kültürlerde yetişmiş
insanlar bir araya geldiklerinde ortak bir dilleri varsa hemen iletişime
geçebilir, birbirlerinin düşüncelerini anlayabilirler. Hatta bir gün dünyamıza başka dünyalardan
akıllı varlıklar gelirse onları da anlayabileceğimizi, onlarla iletişim
kurabileceğimizi hayal ederiz.
Oysa her insanın duyguları, düşünceleri çok özel ve
kendine ait. Dış dünya ile ilgili tüm
bildiklerimiz, duyularımız yolu ile zihnimize aktarılır ve orada fenomenal bilincimizde
oluşturduğumuz “dış dünya” modelimizi biçimlendirir. Peki nasıl oluyor da tamamen zihni taşıyan
bireylere özel olan iki akıl aynı iletişim ortamını paylaşabiliyor, birbirleri
ile haberleşebiliyor, anlaşabiliyor? Bu
ortak zemini oluşturan ilkeler ve temeller nelerdir? Bu ilkeler akıllı tüm varlıklarda ortak ise
ortaklık onların varoluşundan ve doğuşundan gelen bir özellik midir, yoksa birlikte
yaşama deneyimi, duyumları ve gözlemleri ile oluşan bir ortaklık mı?
İnsan aklı önce kavramları oluşturur, sonra bu
kavramlarla önermeler kurar ve çıkarımlar yapar. Mantıkta “kavram”,
“düşünülmüş olan her hangi bir şey”
anlamındadır. Buradaki “şey” bir nesne olabileceği gibi bir durum
ya da bir ilişki olabilir, soyut veya somut, gerçek veya sanal olabilir. Kavramlar mantık işleyişinin temel
birimleridir. Düşünme ve mantık,
kavramları ve bu kavramlarla oluşturulan önermeleri temel düşünme ilkelerine
uygun olarak kullanır, çıkarımlar yapar, başka zihinlerle de alışveriş yaparak iletişim
kurar.
Mantığın temel ilkeleri tüm insanlarda, topluma ve
kültüre bağlı olmadan her zaman her yerde geçerlidir. Mantık ilkeleri, oldukları şeyi olmak için
bilinmeye ihtiyaç göstermezler; insanlar bilinçli olarak açıkça farkında
olmasalar bile bu ilkelere göre akıl yürütürler. Bu ilkelere uyulmadığı zaman düşünce akışında
çelişkiler doğar, akıl yürütmede doğru sonuçlara varmak imkansızlaşır,
iletişimin olanağı ortadan kalkar.
Mantıkçıların çoğu üç temel akıl ilkesini kabul ederler; 1. Özdeşlik, 2. Çelişmezlik, 3. Üçüncü
Halin Olanaksızlığı. Burada
öncelikle insan aklı ve zihninin tutarlılığını, sürekliliğini ve başka
zihinlerle iletişimin olanağını sağlayan temel ilke Özdeşlik İlkesi’dir. Çelişmezlik
ilkesi ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleri, özdeşlik ilkesinden
türetilebilir. Büyük Alman matematikçi
ve filozofu Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) bu üç ilkeye, varlık alanında
da geçerli olmak üzere “oluşun ve bilmenin büyük bir ilkesi”
olarak bir yenisini eklemiştir: Yeter
Sebep İlkesi. Leibniz akıl ve mantık
için sadece iki ilkenin yeterli olduğunu savunmuştur; ilk üç ilkenin birleşimi
olarak Çelişmezlik (veya Özdeşlik)
İlkesi ve Yeter Sebep İlkesi.
Bu ilkeler varlıkta arandığı zaman farklı görüşler ileri
sürülebilse de, akıl ve mantık söz konusu olduğunda uyulması zorunlu ve
değişmezdirler. Leibniz bu konuya değinirken
şöyle diyor: “Adaleler ve tandonlar yürümek için nasıl zorunlu iseler, akıl
ilkeleri de akıl için öyle zorunludurlar.
Onlarsız asla düşünülemez, zihin her an bu ilkelere dayanır.” Bu bakımdan bunlar insanın özü ile
ilgilidir. İnsan ancak onlarla
vardır. İnsanı diğer canlılardan ayıran
da bu özelliğidir.
1. Özdeşlik İlkesi (Ayniyet Prensibi)
Özdeşlik ilkesi, düşünmenin temelini oluşturur; insan
aklı ve zihninin tutarlılığını, sürekliliğini ve başka zihinler ile
iletişiminin olanağını sağlar. Bu ilke, bir şeyin kendi varlığını belirtmesi ve
zorunlu olarak “kendisi ile bir ve aynı”
olmasını ifade eder. “Bir şey ne ise odur.” Bir şey aynı anda ve aynı yerde hem kendisi,
hem de bir başkası olamaz. Olursa düşüncede
çelişki ortaya çıkar, oysa sağlıklı düşünmede çelişkiye yer yoktur.
Özdeşlik ilkesi klasik mantıkta “A, A’dır.” şeklinde ifade edilir. Örneğin, “Masa,
masadır”, “Ahmet, Ahmet’tir”, “Çocuk, çocuktur.” Sembolik mantıkta ise bu ilke “A à A” olarak gösterilir.
Metafizik anlamda, “Her nesne kendisidir” şeklinde
ifade edilir. Zihin bu ilkeye hem kendi
akıl yürütmelerinde, hem de başka zihinler ile etkileşimlerinde kendiliğinden
uyar.
Özdeşlik ilkesinin doğru işleyen her akıl ve mantık için
geçerli olduğu konusunda düşünürler arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Aynı ilke acaba varlık alanı için de geçerli
midir? Yani her varlık kendisi ile özdeş
olmak zorunda mıdır? Bu konuda düşünürler arasında bir görüş birliği
yoktur. Varlıkta özdeşlik ilkesinin ilk
kurucusu Elealı Parmenides (d. yak. M.Ö. 515/540) “Varlık vardır, var olmamak
yoktur” diyerek özdeşlik ilkesinin varlık alanında geçerli olduğunu kabul
eder. Aynı şekilde Leibniz de özdeşlik ilkesini
“Her
şey ne ise odur” diye ifade ederek varlık alanına taşımıştır. Leibniz’i izleyen ve onun bir öğrencisi olan
Christian Wolff da (1679-1754) özdeşlik ilkesini şu şekilde ifade etmektedir: Her
var olan şey, ne ise yine kendinin aynıdır; Her A, A’dır. Buna karşılık Efesli Herakleitos (yak. M.Ö.
535-475) “Aynı ırmaklara gireriz ve girmeyiz, biziz ve biz değiliz” diyerek özdeşlik ilkesinin varlık alanında
geçerli olmadığını, çünkü var olanların sürekli bir oluş ve değişim içinde
bulunduğunu söyler. Alman idealist
filozof Hegel de (1770-1831) “bugünkü bedenim dünkü bedenim değildir”
diyerek varlık alanı için özdeşliğin geçerli olmayacağını ifade etmiştir.
Özdeşlik ilkesi aklın en temel ilkesidir ve diğer mantık ilkeleri
bu temelden türetilebilir. Mantıkçıların
çoğu, bu ilkenin insan zihninde zamana, yere ve kişiye bağlı olmadan kendiliğinden
var olduğunu, sonraki herhangi bir deneyim veya öğrenme ile ilgisi olmadığını
söylerler. Bazı düşünürler ise bunun tersine, özdeşlik kavramının duyular yolu
ile ve deneyimlerle kazanıldığını, öğrenilmiş bir kavram olduğunu iddia ederler,
kanıt olarak da çocukların ve bazı ruh hastalarının bu ilkeye sahip
olmadıklarını gösterirler.
Özdeşlik kavramı, eşitlik veya benzerlik kavramları ile
aynı şey değildir. İki farklı şey
birbirlerine benzer veya eşit olabilir ancak bu onların özdeş olduğu anlamına
gelmez. Eş yumurta ikizi iki kardeş son
derece benzer olmalarına karşılık iki farklı varlıktır ve özdeş değillerdir,
birisi Ahmet’tir, diğeri Mehmet. İki
varlık arasındaki benzerliğin artması, son aşamada onları eşitleyebilir ancak
onlar yine de özdeş sayılmazlar. A’nın
B’ye eşit olması (A=B) onları özdeş yapmaz, çünkü eşit olmalarına rağmen hala birisi
A, diğeri B’dir. Örneğin A=4, B=2+2 ise
A=B eşitliği doğru olarak 4=2+2 şeklinde yazılabilir ancak eşitliğin iki tarafındaki
terimler özdeş değildir. Özdeşlik,
bir şeyin kendisi ile özdeşliğidir, yani kendisi ile aynılığı ve bir olmasıdır.
Özdeşlik ilkesi ile yapılmış önermeler her zaman doğrudur
ve analitik
önermelerdir, yani öznesi yüklemini kapsar. Örneğin “Bekar, evli olmayan kişidir.” önermesi özdeşlik ilkesine uyar, her zaman
doğrudur, öznesi olan “bekar”ın anlamı, tanım olarak yüklemi olan “evli olmayan
kişi” anlamını kapsar ve aynı anlama gelir. Analitik önermelerde yüklem, öznede zaten var
olan anlama yeni bir şey eklemez, sadece onu tekrarlar, başka bir deyişle özne ve yüklemin kaplamı ve
içlemi aynı şeye karşılık gelir. Özdeşlik
ilkesine göre kurulmuş bir önerme, totolojik ve analitik olmakla bize öznesinin
anlamında zaten var olanın dışında yeni bir bilgi vermez, yeni bir anlam veya
varlık alanı doğurmaz, sadece öznedeki anlamı genişletir.
Özdeşlik ilkesi, öne sürülen önermeler her ne kadar bize
yeni bir bilgi vermekten uzak da olsa yine de doğru düşünme ve akıl yürütmeler
için temel ilkedir. Akıl yürütürken
tutarlı kalabilmemiz için önermelerimizdeki terimlerin anlamlarının ve
içeriklerinin en azından akıl yürütmenin başından sonuna kadar aynı kalması gereklidir.
Akıl yürütmenin anlamlı ve tutarlı olması
ancak böyle sağlanabilir. Özdeşliğin bu
şekilde saptanması, henüz bir düşüncenin hakikatini garanti etmez; fakat bu,
bir düşüncenin hakikat olması için zorunlu bir koşuldur. Başka bir deyişle, özdeşlik ilkesi bilgi için
gerekli, fakat yeterli olmayan bir ölçüttür.
Bu ilke olmasaydı nesnelere ad veremezdik, çünkü “masa”
aynı zamanda “sandalye” de olsaydı önermemizdeki “masa”nın tanımı ve işlevi
konusunda tutarlı bir düşüncemiz olamayacaktı.
Önümüzde duran masa/sandalye’ye tabağımızı mı koymamız uygundur yoksa
oturmamız mı bilemeyecektik. Özdeşlik
ilkesi geçerli olmasaydı oluş halindeki öznelerin zaman içinde her andaki
farklı nitelikleri için farklı adlandırmalar yapmak zorunda kalırdık. Halbuki insan zihni özdeşlik ilkesine uygun
olarak “Ahmet”i zaman içindeki nitelik ve nicelik olarak gösterdiği değişime
rağmen aynı varlık olarak, “Ahmet” olarak kabul etmeye devam eder. Aynı şekilde Menderes Irmağı akış içinde her
an bir oluş ve değişim halindedir, fakat kıyısında ırmağın akışını gözleyen
Ahmet için o hep aynı “Menderes Irmağı” dır.
Her iki halde de değişmeyen şey, “Ahmet”in ve “Menderes Irmağı”nın
zihnimizdeki kavramlarıdır.
Zihnimiz zaman ve mekanda değişim içinde var olanı
anlamak, bu anlayışın sürekliliğini sağlamak için onu bir kavram olarak oluşturur
ve muhafaza eder. İşte sürekli değişim
ve devinim içindeki fiziksel varlıklar olmasa da varlıkların zaman ve mekanın
dışında oluşturulan bu kavramları özdeşlik ilkesine uyar. Eğer zihnimizde özdeşlik ilkesi olmasaydı
veya zihnimiz bu ilkeye tutarlı bir şekilde uymasaydı hiçbir oluşu kavrayamazdık. Aynı şekilde özdeşlik ilkesine uymayan bir
zihin için diğer temel ilkeler olan çelişmezlik ilkesi ve üçüncü halin
olmazlığı ilkesi de anlamsız kalırdı.
Özdeşlik ilkesi, kendi başına bir zihnin sürekli ve
tutarlı anlama olanağını sağladığı gibi birden fazla zihnin birbirlerini
anlaması ve iletişimi sağlaması için de gereklidir. Başka bir deyişle, zihinler arasında
karşılıklı anlayış ve iletişimin temelinde özdeşlik ilkesi bulunur. Sağlıklı iletişim ancak kullanılan terimlerin
taraflar için bir ve aynı anlamda olmasıyla olanaklıdır. İletişim ve tartışmanın anlamlı ve verimli
olabilmesi için iletişen zihinlerde terimlerin anlam birliğinin var olması gerekir.
Sonuç olarak özdeşlik ilkesi insanlar arasındaki iletişimin
olmasını mümkün kılarak birlikteliğin ve toplumsal yaşamın olanağını sağlar.
2. Çelişmezlik İlkesi (Tenakuzsuzluk Prensibi)
Özdeşlik ilkesi önermeyi sadece kendisi ile tanımlarken çelişmezlik
ilkesi onu “başkası, kendisi-olmayan”
ile birlikte ele alır ve tanımlar. Bir
şey hem kendisi hem de başka bir şey olamaz. Bu ilkede ortaya konulan düşünce, bir önermenin
yalnızca bir tek doğruluk değeri taşıyabileceği, hem doğru hem de doğru-değil olamayacağıdır. Klasik mantıkta ifadesi “A, A-olmayan değildir” şeklinde ifade edilir. Sembolik mantıkta ise bu ilke “~(A ^ ~A)” olarak gösterilir.
Çelişmezlik ilkesi, aslında özdeşlik ilkesi olmadan
düşünülemez, tasarlanamaz. Bir şeye “A”
dedik mi, “A”dan başka olan her şey, “A”ya eşit veya benzer olanlar da içinde
olmak üzere, “A”ya özdeş olmayan her şey demektir. Çelişmezlik ilkesi özdeşlik ilkesinin bir
onaylanışı olarak da görülebilir. Bu
ilkeyle aslında, “A”nın “A” ile, “A-olmayan”ın da “A-olmayan” ile özdeşliği
düşünülmektedir.
Çelişmezlik İlkesi, özdeşlik ilkesine göre düşünme evrenimizi
genişletmektedir. Bu ilke ile akıl artık
“A” ile sınırlı kalmaktan kurtulmakta, evrene A-olmayan her şey, ~A’lar da
eklenmektedir. ~A, A olamayanların tümünü kapsadığı için düşüncemiz de tüm
evreni kapsar hale gelmektedir. Çelişmezlik
ilkesi bize, “özdeşlik” ile birlikte “kendi-olmama”, “başka-olma” olanağını da
düşündürtmekte, böylece düşünme evrenini verimli bir genişliğe taşımaktadır. Bu ilke ile düşünce evreni A olan ve
A-olmayan olarak kapsayıcı bir şekilde ikiye ayrılmaktadır.
İnsan zihninin çelişmezlik ilkesine karşı duyarlığı,
diğer ilkelere olan duyarlığından daha fazladır. Başka deyişle, insan bu ilkeye uyma
zorunluluğunda olduğunun bilincine daha açıkça sahiptir. Bu ilkeyi de kapsayan mantık yapısı, ilkel
toplumlar dahil bilinen tüm insan toplumlarında aynıdır. Çelişmezlik ilkesinin, insan evriminin belli
bir zamanında ortaya çıkmış, yani sonradan kazanılmış bir özellik değil,
insanla birlikte var olan ve her toplumda geçerli evrensel bir ilke olduğu
anlaşılmaktadır.
Bu ilke ile ifade edilen “çelişme” kavramı “karşıt
olma” ile aynı şey değildir. İkisi
arasında mantık açısından ve olgu açısından fark vardır, başka bir ifade ile
çelişki ile karşıtlık aynı şey değildir.
Çelişmezlik ilkesi A ile A-olmayanın aynı anda birlikte
doğru olamayacağını ifade eder. Karşıtlık
ifade eden iki önerme ise aynı anda doğru olabilir. Örneğin “Bütün
insanlar ölümlüdür” ifadesi doğru ise çelişiği olan “Bazı insanlar ölümlü değildir” ifadesi kesinlikle ve daima yanlıştır. Buna karşılık “Bazı insanlar filozoftur” doğru önermesinin karşıtı olan “Bazı insanlar filozof değildir”
önermesi de doğrudur.
Çelişmezlik ilkesi ile kurulan bir önerme ve çelişiği
arasında hiçbir zaman ara değer bulunmazken karşıt önermeler arasında ara
değerler var olabilir. Örneğin “Bu su sıcaktır” önermesi ile çelişiği “Bu su sıcak-olmayandır” önermelerinden biri
doğru ise diğeri zorunlu olarak yanlıştır, başka türlüsü düşünülemez, düşünülürse
mantıksal çelişki doğar. Buna karşılık
karşıt önermeler arasında ara değerler bulunabilir. Örneğin “Bu
su sıcaktır” önermesi ile karşıtı “Bu
su soğuktur” önermesi arasında “Bu su
ılıktır” gibi bir önermenin bulunması düşünmede bir çelişki yaratmaz.
Çelişmezlik ilkesi ile kurulmuş önermeler de özdeşlik
önermeleri gibi zorunlu olarak doğrudur, aksi halde çelişki doğardı. Bir şey “hem kendisi, hem kendisi-olmayan”
olamaz, olursa düşünce çelişkiye düşer.
Bir önermenin kendisi doğruysa kendisi-olmayan yanlıştır, ya da kendisi
yanlış, kendisi-olmayan doğrudur, biri doğru ise diğeri yanlıştır. Çelişki içeren önermeler aynı anda birlikte
ne doğru, ne de yanlış olurlar. Başka
bir ifade ile bir yargı bildiren cümlede özneye aynı yüklem aynı anlamda ve
aynı zamanda hem olumlu hem de olumsuz olarak yüklenemez, yüklenirse çelişki
olur.
3. Üçüncü Halin Olmazlığı İlkesi (Üçüncü Şıkkın
İmkansızlığı Prensibi)
Üçüncü Halin Olmazlığı İlkesi, düşünme ve konuşma
evrenimizi ikiye böler ve bu iki bölgenin tüm evreni kapladığını ifade eder: “A
bölümü” ve “A-olmayan bölümü”. Bir
önerme ya doğrudur ya da yanlıştır; bunların dışında üçüncü bir değer alamaz. Başka bir deyişle, A ile A-olmayan arasında
üçüncü bir olanak yoktur, doğru ve yanlış dışında üçüncü bir doğruluk değeri
olmaz. Sembolik mantıkta bu ilke “A v ~A” olarak gösterilir. Üçüncü halin olmazlığı ilkesi şöyle de ifade
edilebilir: “Her X, ya A ya da A-olmayan olmak zorundadır; üçüncü bir hal
düşünülemez.”
Bu ilke, bir önerme için doğru ve yanlış değerlerin
dışında bir değer olamayacağını kesin bir biçimde ifade eder. Böylece bir önermenin doğruluğunu ispatlamak
yerine “yanlışlığının yanlışlığını” ispatlayarak onun doğruluğunu kanıtlamak
olanağı doğar. Bu tür kanıtlamaya
“saçmaya indirgeme” veya “olmayana ergi” yöntemi denir. Bu yöntemde ispatlanmak istenilen önermenin
çelişiği doğru kabul edilir ve bu kabulün yaratacağı mantıksal çelişki gösterilir,
böylece üçüncü halin olmazlığı ilkesi kullanılarak önermenin doğruluğu
ispatlanmış olur.
Saçmaya indirgeyerek yapılan kanıtlamaların sembolik
mantıktaki karşılığı, “değillemenin değillemesi”dir. Mantıkta bu işleme çifte değilleme de
denir. Çifte değilleme olumsuzlamanın
olumsuzlanması, yani yanlışın yanlışlanmasıdır.
Bu ilke, sembolik mantıkta şöyle ifade edilir: “~~A = A”, başka bir deyişle “çifte değilleme evetlemedir”. Bu ilkeye göre eğer “X” düşünme evreninin “~A” bölgesinde
değilse “A” bölgesinde olmak
zorundadır, çünkü evrende bulunabileceği başka bir yer yoktur.
Üçüncü halin olmazlığı ilkesine özellikle yirminci
yüzyılda çok güçlü itirazlar da gelmiştir.
Bu itirazlara göre, A ve A-olmayan tüm düşünce evrenini kapsıyorsa bizim
bu iki bölgenin dışında yer alacak bir “X” düşünmemiz olanaksızdır. Ayrıca “A” ve “A-olmayan” bir arada düşünme
evrenimizin sınırlarını çizmektedir, oysa düşünmemize sınır çizmek aynı zamanda
onu kısıtlamak ve zorlamak anlamına gelir.
Diğer taraftan düşünme evrenimizin sınırları olmadığı kabul edildiğinde,
sınırları olmayan bu evrenin dışında bir “X” düşünmek yine mümkün değildir. Bu itirazlara göre üçüncü halin olmazlığı
ilkesini temel mantık ilkesi olarak kabul etmek zorunlu ve gerekli değildir.
4. Yeter-Sebep İlkesi (Sebeb-i Kafi Prensibi)
Özdeşlik, Çelişmezlik ve Üçüncü Halin Olmazlığı ilkeleri,
biçimsel düşünme için yeterlidir.
Biçimsel bilimler olan mantık ve matematikte zihin sadece bu ilkelere
dayanarak geçerli akıl yürütmelerde bulunabilir. Buna karşılık düşünce evreni, olgular evreni
ve varlık evrenine genişletildiğinde bu ilkeler gerçeklik üzerindeki her şeyi
söyleyebilmek için yeterli değildir.
Varlık evreninde bir şey söylemeye çalıştığımızda, var olmak için
gerekli ve yeterli koşulu dile getiren “Yeter-sebep İlkesi”ne ihtiyaç duyarız. “Her şeyin, neden var olduğunu ve neden
olduğu gibi var olduğunu gerektiren bir sebebi vardır.”
Yeter-sebep İlkesi, batı düşüncesinde daha önceleri de
ifade edilmiş olmasına karşılık ilk olarak Leibniz tarafından güçlü bir biçimde
varlığın, oluşun ve bilmenin “büyük bir ilkesi”
olarak ileri sürülmüştür. Leibniz tek
başına çelişmezlik ilkesini gerçekliğin en yüksek ölçütü olarak yetersiz görmüş
ve yeter-sebep ilkesini çelişmezlik ilkesi ile birlikte aklın ve varlığın temel
ilkesi olarak kabul etmiştir. Lebiniz, Monadoloji’nin 31. Ve 32.
paragraflarında şöyle diyor:
“Akıl yürütmelerimiz iki büyük ilkeye dayanırlar:
Birincisi çelişmezlik ilkesidir. Bu ilke gereğince çelişmeyi ihtiva eden şeye
yanlış ve yanlışa zıt veya yanlışla çelişik olana da doğru hükmünü
veririz.”
“İkincisi yeter sebep ilkesidir. Bu ilke gereğince yeter sebep olmadıkça
hiçbir vakıanın doğru veya mevcut, ifade edilen hiçbir hükmün hakiki
olmayacağını, vakıanın niçin böyle olup ta başka türlü olmadığını dikkate
alırız. Halbuki bu sebepler çok defa bizce
belli değildir.”
1950-1952 yıllarında İstanbul Üniversitesinde de dersler
vermiş Alman felsefe tarihçisi Heinz Heimsoeth (1886-1975), Leibniz’in yeter
sebep ilkesini aklın ilkesi saymasını şöyle yorumluyor: “Hakikat iddiasında bulunan her
hükmün bu hakikat iddiası temellendirilmiş olmalıdır. Böyle bir hüküm sebepsiz hiçbir iddia ortaya
atmamalıdır.” Başka bir deyişle
“Biz
yargılarımızı, savlarımızı ancak yeterli bir nedenin açık olarak var olduğu
yerde ortaya atmalıyız.”
Çelişmezlik ilkesi, iki çelişik hüküm arasında birisinin
doğru diğerinin yanlış olduğunu söyler ama hangisi doğrudur onu belirtmez. Yalnız iki önerme arasındaki ilişki ile
ilgilidir, bu bakımdan biçimseldir.
Yeter-sebep ilkesinde ise sebep ararken amaç hangisinin doğru olduğunu
tespit etmektir. Yani aynı zamanda
hükümlerin içerikleri ile ilgilidir.
Alman filozof Schopenhauer (1788-1860) Leibniz’den yüz yıl sonra, bu
ilke ile ilgili sorunları doktora tezinde “Yeter-sebep
İlkesinin Dört Kaynağı Hakkında” adıyla detaylı olarak ele almıştır.
Faydalanılan Kaynaklar
1- Çüçen, A. Kadir, Klasik
Mantık, Asa Kitabevi, Bursa 2004
2- Öner, Necati, “Mantığın Ana İlkeleri ve Bu İlkelerin
Varlıkla Olan İlişkileri”, Felsefe
Yolunda Düşünceler, Akçağ Yayınları, Ankara 19993- Özlem, Doğan, Mantık, Notos Kitabevi, İstanbul 2012
4- Öner, Necati, Bilginin Serüveni, Vadi Yayınları, İstanbul 2008
5- Heimsoeth, Heinz, Felsefenin Temel Disiplinleri, Çev. Takiyettin Mengüşoğlu, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2007
6- Grünberg, Teo, Mantık Terimleri Sözlüğü, ODTÜ Geliştirme Vak. Yay., Ankara 2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder